TÜRKİYE SİYASİ TARİHİNDE 28 ŞUBAT KIŞI VE MALATYA
TÜRKİYE SİYASİ TARİHİNDE 28 ŞUBAT KIŞI VE MALATYA
Bu konuda daha önce Özgün İrade Dergisi - Şubat 2013 sayısında “28 Şubatın Malatya’ya Yansıması.” başlığı altında bir yazı yazmıştım. Bu yazı, ona ektir.
Türkiyeli Müslümanlar olarak asrın en şiddetli kışlarından birini de 97’nin 28 Şubatında yaşadık…
Kara bulutlar dolaşmaya başladı bütün ülkenin üzerinde. Yağmur yüklü Rahmet bulutları değildi. Geçmişte helak olan bazı kavimlerin felaketten önce üzerlerinde dolaşan kara bulutlar gibiydi…
Gözlerdeki ışıltılar, yüzlerdeki tebessümler silindi. Yerini hüzne, tedirginliğe ve gözyaşına bıraktı. Çocuklar, bile gülümseyişlerini, neşeli neşeli oynayışlarını unuttular. Dinmedi gözyaşları. Korkaklaştılar ve ürkekleştiler. Kimse geleceğinden emin değildi. Yarının ne olacağını bilmiyordu. Uykuları bile zehir oldu.
O kavurucu soğukla nice fidanlar yandı, kurudu… Nicelerinin fırtınadan dalları, kolları kanatları kırıldı… Yerinden sökülüp atıldı kimileri… Mahbeste çürümeye terk edildi birçoğu…
Her yere yakıcı soğuklar, kar, bora, fırtına hâkimdi. Korktukları için mecbur kalmadıkça dışarı çıkamaz oldu insanlar. Evlerinde bile rahat değillerdi.
Okullarda ve iş yerlerinde en acımasız ve saldırgan bir şekilde inanan kesime zulüm başladı. İnançları gereği başlarını örtenlere dünyayı zindan ettiler. “İkna odaları”nda psikolojik baskılar uyguladılar. Başlarını açmayanların hepsi işlerinden ve okullardan atıldı. Ahlaksızlar, hainler, bile sığdı ama onlar sığmadı. Bazı öğrenciler psikolojik rahatsızlık geçirdi. Bu nedenle hastanelerde tedavi görenler oldu. Ailesinin huzuru kaçtı çoğunun. Aile fertleriyle araları açıldı bazılarının.
Nice genç kız, gözyaşları başörtülerinin yakasını ıslatırken dönüp dönüp ayrılmak istemedikleri, ama ayrılmak zorunda kaldıkları okullarına bakıyorlardı. Ne emek vermişlerdi… Nice ümitlerle ve hayallerle girmişlerdi o okullara. Ne çok sevinmişlerdi. Okuyacaklardı, dine imana, vatana millete hizmet edeceklerdi… Arkadaşlarıyla vedalaşmamışlardı bile. Kendilerini suçlu hissediyorlardı. Arkadaşları da bakmıyorlardı, onlar da kendilerini suçlu gibi görüyorlardı; başları önlerinde ağlıyorlardı sadece... Kucaklaşmamışlardı ayrılırken. El sallamamışlardı birbirlerine. Oysa onların kendi aralarında problemleri yoktu. Soğuktu hep onları birbirlerinden ayıran. Şubat soğuğuydu. Birilerinin, memlekette ve insanlar arasında estirdikleri soğuk havaydı.
Dünyalık menfaat beklemeden Allah’ın memnuniyetini kazanmak için dine, imana, vatana millete faydalı olmak için, hayırda ve iyilikte yarışmak için açılan Sivil Toplum Kuruluşları’na sık sık baskınlar yapıldı. Arandılar, evraklarına, defterlerine el konuldu. Yetkililer çağrılıp tehdit edildi. Bazılarının yöneticileri kaçırıldı. Farklı illerde akıllarını yitirmiş olarak bulundular. Bazı STK’lar kapatıldı. Malatya’da da İslami Dayanışma Vakfı’nın, Akabe Vakfı’nın ve Milli Gençlik Vakfı’nın kapılarına kilit vuruldu, çalışmaları durduruldu. Yetkililer sorgulandı…
28 Şubat kararlarıyla açıklanan 18 maddenin dışında; bazı gizli maddelerin bulunduğu da medyada yer aldı. Mesela: “Ezanın Türkçe okutulması. İlahiyat Fakülteleri’nin azaltılması ve öğrenci sayısının düşürülmesi. İmam Hatip Liseleri’nin tamamen kapatılması. Cami inşaatlarının durdurulması. Başörtüsünün kamu alanda, yani sokakta da yasaklanması gibi…
28 Şubat genelde siyasi ve inanca yönelik baskılarıyla gündeme gelir fakat bu soğuk aslında ekonomiyi de vurmuştu. Türkiye dilenci durumuna düşürüldü. Para istemediği yer kalmadı. Birileri borç para verecek diye neredeyse bayram ilan edilecek oluyordu. 28 Şubat Komisyon Raporu’nun açıkladığı acı gerçek: Faiz lobisinin desteklediği 'Toplum Mühendisliği' ne soyunan postmodern darbecilerin ülkeye verdiği ekonomik zarar; 381 milyar dolardı. Sadece faiz gideri 75 milyar dolardı. Ekmek bulamayan, yakacak odunu olmayan, elin verdiği eski elbiselerle idare eden, gırtlağına kadar borç bataklığına batmış olan zavallı fakir fukaranın hakkı, bu kuvvetli fırtınada hortumlanmıştı. Çoluk çocuğunun ekmeğini kazanan, memlekete katkısı bulunan, ekmek teknesi olan sayısız işyeri ve şirketler zarar ettirildi. Bunların birçoğunun kapısına kilit vurdu. Özel sektör ve kamu sermayeli bankaların yeniden yapılandırılmasının ülke ekonomisine verdiği zarar ise; 53,3 milyar dolardı.
İç borç stoku artışı 41,4 milyar dolara, dış borç stokundaki artış 27,2 milyar dolara ulaştı.
Zarar etme gerekçesiyle Fon’a devredilen bankalar ve kamu bankalarında üst düzey yöneticilerin ve danışmanların ise emekli subaylar olması dikkat çekiciydi.
Her yeri kasıp kavuran esip savuran bu şiddetli soğuk ve fırtınada nedense ayakta duran belirli bazı holdingler olmuştu. Onlar zarar görmemiş, hatta daha da büyümüştü. Bunlar içerisinde en kârlı çıkan kuruluş ise OYAK Holding olmuştu.
Birçok gazeteci ve yazarlar, diğer darbelerde olduğu gibi 28 Şubat darbesinde de dış güçlerin bu senaryoda parmağının olduğunu yazıyorlardı.
Ülkeyi karıştırmak ve bir kargaşa ortamı oluşturarak, inançlı kesimi töhmet altında tutmak ve sindirmek amacıyla senaryolar hazırlandı. Müslüm Gündüzler, Aczimendilerin yürüyüşleri, Fadime Şahinler, Ali Kalkancılar, hazırlanan senaryonun birer tablosuydu.
Ülke, faili meçhul cinayetlerle sarsılmaya başladı. Bu cinayetler çok profesyonelce hazırlanıyordu. Kullanılan bombaların bile birbirine benzer olduğu konuşuluyordu. Bu cinayetlerin hepsinden inanan kesim sorumlu tutuluyordu. Bunlar bahane edilerek İslam’a ve Müslümanlara hakaret ediliyor, suçlama ve tutuklama faaliyetleri başlatılıyordu.
Maalesef bazı Müslümanlar bile; “12 Eylül”de Müslümanların sıkıntı çekmediklerini, solcuların sıkıntı çektiğini, Müslümanların seyirci kaldıklarını; 28 Şubat’ta ise daha çok Müslümanların sıkıntı çektiklerini yazıp söylüyorlar.
Bu düşünce gerçeği yansıtmıyor. Nedeni; Müslümanlar çektikleri zulmü yazmıyorlar ve anlatmıyorlardı. Solcular ise bir bardak suda fırtınalar koparıyorlardı. En küçük bir olayı bile büyütüyor, anlatıyor, hakkında makaleler, kitaplar yazıyorlardı. Ortalığı velveleye veriyorlardı. Dolayısıyla herkes yalnız onların sıkıntı çektiğini sanıyordu.
Zaman zaman bazı solcular da bu zulümlerden paylarına düşen zararı görmekle beraber; “12 Eylül 1980 Darbesi” de, “28 Şubat 1997 Darbe Süreci” de, “27 Mayıs 1960 Darbesi” de, askeri ve siyasi bütün müdahaleler de inançlı kesime karşı yapılmıştır.
Binlerce inançlı insanımız gözaltına alındı. Kimine ceza verildi. Bunlardan kimi bazı bahanelerle idam edildi, kimileri işkencelerden öldü, kimileri sakat kaldı, kimileri psikolojik rahatsızlık geçirdi… Binlercesi işinden atıldı, sürgün edildi; ailesiyle birlikte perişan edildiler. Akrabaları, komşuları ve tanıyanlarına karşı suçlu ilan edildiler, onurlarıyla oynandı.
(“Bir İslamcının 12 Eylül Hatıraları” adlı kitabımda bunlardan bir kısmının isim vererek çektikleri işkenceleri ve sıkıntıları anlattım.)
28 Şubat ise yine en büyük sıkıntıyı Müslümanlar çektiler. Suçsuz yere nice insan suçsuz yere içeri alındı. Maddi ve manevi işkence gördü. Hapis yattı…
Dünyada da bu böyle değimli? Bakınız yapılan darbelerin hemen hepsi Müslümanlara karşı yapılmıştır. Bu darbelerin hepsi dışarıdan yönetilmiş ve içerdekiler sadece verilen rolü oynamışlardır. Bazı despot zalimlere karşı yapılan darbelerde bile Müslümanlar figüran olarak kullanılmıştır. O firavunlaşan zalim yıkılmıştır ama bu darbenin arkasında senaryoyu yazanlar işi yine Müslümanlara bırakmayıp gizli ve sessiz bir plan ile yönetime hâkim olmuşlardır. Öyle ki, onların döktüğü kana, yaptıkları zulme bakan Müslümanlar, eski Firavun’u arar duruma gelmişlerdir. Libya ve Irak buna açık örnektir.
Dünyanın neresinde kan akıyorsa, rahatlıkla orada Müslümanların yaşadığını söyleyebilirsiniz.
Türkiye’de de en çok sıkıntıyı çeken yine bilinçli ve samimi Müslümanların yoğun olduğu Malatya ve Diyarbakır ilk sırada gelmektedir. Sıkıntıları en hafif atlatan illerimiz de İslami şuura en az sahip bulunan illerimiz olmuştur.
Bu gerçek birçok yetkili kişilerce de dile getirilerek 28 Şubatta Malatya’nın pilot bölge seçildiği itiraf edilmiştir.
Söylenenlere göre; o dönemde İnönü Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Fatih Hilmioğlu, “inançlı kesime taviz verdiği ve onlardan çekindiği gerekçesiyle” Rektör Ömer Şarlak Paşa’yı YÖK’e şikâyet ediyormuş. Basına da onun aleyhinde bilgiler veriyormuş. O günlerde Malatya’ya gelen Ahmet Taner Kışlalı ile de görüşmüş ve Rektör Şarlak aleyhinde onu iyice kışkırtmış.
Kışlalı da, Cumhuriyet Gazetesinde Malatya aleyhinde ve Şarlak’ı cesaretlendirip tahrik eden bir yazı yazıyor.
Aslında kimsenin kimseden korkup çekindiği yoktu. STK’lar, Şarlak’la bir toplantı yapmıştı. O toplantıda Şarlak, Üniversitede huzur istediğini, bu nedenle başörtülülere karışmayacağına söz vermişti. YÖK’ün ve basının baskısıyla o da kısa zamanda sözünden dönüp Başörtülülerin Üniversiteye girmelerini yasakladı.
Kışlalı, 12 Mayıs 1999 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde ‘‘Hayvanlar, Çocuklar ve Merve'ler’’ başlıklı yazısında inançlı Malatya halkını Kangal köpeğine benzetiyordu. “Türban”ın, siyasal bir simge olmakla beraber; laikliğe meydan okumak olduğunu, bir karşı- devrimci süreci yarattığını söylüyordu.
“Ankara’nın göbeğinde, iki yüz kişilik sınıfta üç-beş başörtülü öğrencinin hiçbir sakıncası yok. Ama dinci güçlerin denetimindeki bir Malatya’da… Orada olay bir güç gösterisi! Kim daha güçlü? Devlet mi, şeriatçılar mı? Kim gerilerse, “sessiz çoğunluk” karşı tarafa doğru kayacak!” diyordu. “Orada da sonucu, devletin kararlılığı belirleyecek.” “TBMM’deki kararlılık yetmez. Asıl sınav Malatya’da veriliyor.” “Malatya’daki sınav yitirilirse, sıra başka yerlere gelecek!” diyerek tahriklerini sürdürüyordu.
Çok geçmeden Kışlalı da, Bahriye Üçok ve Uğur Mumcu gibi benzer bir suikastların kurbanı oldu.
Birileri ülkeyi karıştırmak istiyordu ve bunun için de kurbanlar seçiyorlardı. Hazırladıkları senaryoyu başarıyla oynuyorlardı.
İnançlı kesimi suçlama ve hakaretlerin yanında çektirmedikleri eziyeti ve işkenceyi de bırakmadılar.
Malatya’da da bine yakın suçsuz insan tutuklanıp gözaltına alındı. Toplantı ve gösterilere katılarak küçük bir disiplinsizlik suçu işlemiş olanların birçoğu, idamla yargılandı. Kardeşlerimiz Zeki Şengöz ve Fahri Memur’a, diğer masum insanlar gibi ceza verilip yıllarca mahbeste yatırıldı.
Ömer Şarlak’tan sonra Hilmioğlu İnönü Üniversitesi’nin Rektörü oldu. İnançlı kesime kan kusturdu. Hak edilen kadroları vermedi. Yılsonu kutlamalarında tırlar dolusu içki getirtip öğrencilere içirdi. Bu öğrencilerin hemen hepsi ilk defa içki içiyorlardı. Başörtülü hastalar bile hastanede sıkıntı çekmeye başladılar.
“Sürecek” dediler, “bu kış daha çok sürecek…” Darbeci komutanlardan, Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu; "Bin yıl sürecek" diyordu.
On sekiz yılı geride bıraktık. Onun dediği gibi olmadı. Olmayacak inşallah. Ne ki, geldi mi bahar? Kurtulduk mu dersiniz Şubat soğuğundan?
Hayır, hâlâ geçmedi üşümemiz… Geçecek ama… İnşallah geçecek… Zulüm ile kimse abad olmamıştır.
Üzülmeyin! “Ne de olsa kışın sonu bahardır…” Bu da geçer…
Bu konuda daha önce Özgün İrade Dergisi - Şubat 2013 sayısında “28 Şubatın Malatya’ya Yansıması.” başlığı altında bir yazı yazmıştım. Bu yazı, ona ektir.
[1] Bu konuda daha önce Özgün İrade Dergisi - Şubat 2013 sayısında “28 Şubatın Malatya’ya Yansıması.” başlığı altında bir yazı yazmıştım. Bu yazı, ona ektir.
Not: Bu yazıyı bize ulaştıran Malatya Net Haber Gazetesine Teşekkür Ederiz.
Bakmadan Geçme