casino siteleri

YOLDAKİ İŞARETLERİ KAYBEDENLER- 1

Birkaç yazıdan oluşacak, bu yazı dizisinin hedefi "yolda ki işaretleri takip ederek hidayete ermesi beklenen bir neslin" nasıl oldu da, nefsi işaretlere saparak yanlışlara düştüğünün bir tahlili olacaktır. 
Geçmiş yazılarımda da belirttiğim üzere bu yazı dizisinde ki ilk muhatap da kendi nefsimdir. 
Yolda ki işaretler ne idi?
Bizim yolumuzu saptıran nefsi işaretler nelerdi?
"Kaybetmemize sebep olan ne idi"  demek, onun da ötesinde kaybetmeyi veya kaybettiğini kabullenmek bir Müslümana asla yakışmaz!
Kâfirden başkası Allah'tan umut kesmez!
Her şartta ümitvar olmaktır bizlere yakışan! Kaybettiğimiz sadece yolumuzdur.
Bu duruma gelmemizin asıl sebebi sağlıklı bir hayat nizamı kuran ve geliştiren değerler sisteminin iflas etmesidir. 
Yapılması gereken ise yolumuzda ki doğru işaretleri yeniden tespit ederek onlara sarılmaktır.
Allah'ın ipine tutunmak ve hidayet kervanına katılmaktır!

Tüm yazı dizisinin sonunda yapılması gereken bir çıkarımı, kitabın ortasından daha en başta söylemek gerekirse; “ Eski mücahitler ne oldu da müteahhit oldu?”
Sorumuzda ki mücahit ve müteahhit kelimeleri şu zamanda sloganlaştığı için kavramsal olarak kullandığımı da belirteyim.(Mücahit, yaptığı her işte gayesi rıza-i ilahi olanları, müteahhit ise dünyevi çıkarları için hak yoldan sapan ve vicdanlarını rahatlatmak için uydurulmuş fetvalara sığınan bir zümreyi ifade etmektedir.)

Elbette ki mücahit ya da müteahhit olmak insanların kendi tercihidir!
Fakat burada bir tehlike hâsıl olmaktadır. 
O da şudur ki: 
Olayın muhatabı olan kişi ya da kişiler belli bir İslami ekolün tedrisatından yetişmişlerdir. Geçmişini silip atamamaktadırlar. 
Zaten o kimlikten kurtulma gibi bir gayeleri de yoktur. 
Günümüzde kişi ne iş yaparsa yapsın, İslami bir ekolden geliyor olması onun için bir avantaj ve etikettir. 
Yaptığı işlerin İslama, hakka ve hukuka ne kadar uygun olduğu ise sadece teferruattır! Tehlike tam da bu noktada başlamaktadır!
Bu şekilde hayatını idame ettiren büyük kitlelere göre “İslam akıl dini değil, nakil dinidir” denilmektedir. 
Her yönü ile muazzam bir hayat nizamı kuran İslam dininden aklın devre dışı bırakılması, basiretsizliğin en bariz örneği olduğu gibi akıl alır bir iş de değildir! 
Dahası "İslam" vahiy kaynaklı, ilahi bir dindir. Vahiy ile gelen mesajları hayatımıza tatbik edebilmek için aklı kullanmak şarttır!
Ayrıca bu inanç ile beslenenlerin  “aklı kullanma” vurgusu yapan ayetlerden ne sonuç çıkardıklarını da merak etmekten kendimi alamıyorum.

“İşte Allah, size ayetlerini böyle açıklar ki akıl erdiresiniz.”
(BAKARA SURESİ / 242) 
“Gerçek şu ki, Allah katında, canlıların en kötüsü, (bir türlü) akıl erdirmez olan sağırlar ve dilsizlerdir.” 
(ENFAL SURESİ / 22)
“And olsun, biz akledebilecek bir kavim için orada apaçık bir ayet bırakmışızdır.”
(ANKEBUT SURESİ / 35)

Vicdanlarına sığdıramadıkları, dinde bir zemine oturtamadıkları işlerine hikâyelerini naklederek dini temel oluşturmakta ve kendilerini rahatlatmaktadırlar. İstiklal şairi Akif tam da bu durumu anlatmamış mı mısralarında:

“Nebiye atf ile binlerce herze uydurdun.
Yıktın da dini mübini yeni bir din kurdun.”

Akif’in bir asır önceki tespiti yerindedir. Yeni bir din kurulmuştur. Zinhar ismi koyulmamıştır. Tüm tiyatro hoşgörü dini İslam ismi altında oynanmaktadır. Tüm şerri hükümler yok sayılarak, indirilmiş değil, uydurulmuş dinin hükümleri yürürlüktedir.

Gerek iş, gerekse de aile ve sosyal toplum ilişkilerinde riyakâr insan yığınları peyda olmuştur. Abdestsiz gezmeyen, camiye herkesten önce koşan, hayır işlerinde reklamı olmazsa olmaz gören, ne kadar maddi güç gerektiren ibadet var ise defalarca ve duyurarak yapan, fakat yetimi, mazlumu ve kimsesizi gözetmeyen, infak etmeyen, ilim öğrenmeyen, tebliğ görevini yerine getirmeyen, “emri bil maruf nehyi anil münker” vazifesini yapmayan, zulme karşı kendi çıkarlarına dokunmadığı sürece sessiz kalan, ticaretinde, ailevi ve çevresel ilişkilerinde sürekli yalan konuşan ve hatta adına “pembe yalan” diyerek şirin bir hal ile literatüre sokan! Evet, en hafif deyim ile "riyakâr insan" yığınları peyda olmuştur.

İbadetlerimiz vazgeçemediğimiz o İslami kimliğimizi teyit etmek amacıyla kullanılan ritüellerden başka bir şey değildir. Bizler, İslami kimliğe değil, İslami benliğe sahip olmalıydık!!!

Evet, “Bir avuçtuk biz göklere sığmayan” en azından sığıyorduk mümin kalıbına, daha samimiydik üstelik!

Bir tespitimi paylaşarak yazı dizisinin bu ilk bölümünü burada sonlandıracağım. Çok rahat konjektürler, rehavete soktu bizi. Bedenlerimiz ve ilkelerimiz gibi ruhumuzda gevşedi. Tavizler verdik duruşumuzdan. Çile ile beslenmeliydi biricik hak davamız, bize göre değildi rahatlık. Ne diyordu Aliya İzzetbegoviç:

“Her dava sıkıntı içerisinde doğar. Rahat ve rehavet içinde boğulur ve ölür.”


Fi Emanillah…